En Sıcak Konular

Haşmet Babaoğlu


Haşmet Babaoğlu
0 0 0000

Kırılgan dünyalar, gergin tel gibi insanlar



Kırılma noktası...

Son zamanların en gözde deyimi bu.

Siyasal analiz deseniz, “AB ilişkilerinde kırılma noktası Kıbrıs’tır” veya “Gül’ün adaylığı, toplumsal uzlaşma arayışında kırılma noktası oldu” gibi cümlelere çok alıştık son zamanlarda.

Tarihsel, bilimsel konularda da öyle...

Sovyet Devrimi ya da atom bombasının icadı gibi kırk yıldır “devrim” veya “büyük dönüşüm” olarak adlandırılan olaylar şimdi “kırılma noktası!”

Mesela Galileo Galilei!

Artık o da “bilim tarihinde kırılma noktası” olarak değerlendiriliyor.

İnternetteki bloglarda aşk meşk üzerine yazılanlarda da dikkatimi çekiyor: “Onunla tanışmam hayatımın kırılma noktasıydı!”

Ama galiba bu deyimi en çok futbol yorumcuları tuttu, sevdi. Artık bütün futbol sohbetlerinde ve yazılarında en az bir kere “kırılma noktası” lafı geçiyor.

Televizyon programlarında maç görüntüleri masaya yatırılıyor ve kaç “kırılma noktası” olduğu bir bir hesaplanıyor.

Baktım, dün Mustafa Denizli’nin üzerinde mutlaka durulması gerektiğini düşündüğüm milli maç değerlendirmesini Milliyet şöyle manşete çekmiş: “Kırılma noktası.”


***

Belli ki toplumsal bilincimiz kadar kolektif bilinç dışımızın da hassas yerlerine temas ediyor bu deyim!

Ben NTV’deki geçen 90 Dakika programında deyimin bu kadar tutulmasının altında büyük yanlışları unutup neredeyse elde olmayan küçük bir hataya (“kırılma noktası”na) odaklanarak gerçeklerin tatsız baskısından kaçış arzusu gördüğümü söylemiştim.

Öyle ya!..

Hakemin yanlış kararına veya savunmadaki bir anlık dalgınlık sonucunda yenilen gole kim “kırılma noktası” demez?

Bardağı taşıran son damla gibi...

Ama sadece o damlaya odaklanılınca bardağın niye ağzına kadar dolu olduğu, kim tarafından doldurulduğu gözden kaçıveriyor.

“Çok iyi başlıyoruz maça ama bir kez yenik düşünce kırılma noktası oluyor, bir daha toparlanamıyoruz!”

Veya...

“AB’ye girmememiz düşünülemez ama tabii Kıbrıs sorunu var.”

Denildiğinde...

Hava birden bulanıyor! Kimse sürecin tamamını ele almıyor artık; upuzun bir çizgi tek bir noktaya indirgeniveriyor.


***

Ancak “kırılma noktası” deyiminin bizim dünyayı görme-değerlendirme biçimlerimize cuk oturan iki temel özelliği daha var.

Ne mi?

Bakın, şöyle anlatmaya çalışayım: İki kelimeden oluşan bu deyimde ilk kelimeden neredeyse büyüleniyoruz.

“Kırılma”dan yani...

O “nokta”da sanki kalbimiz kırılıyor.

Sanki sırça köşkümüz bir anda tuzla buz oluyor.

Çünkü kırılganız!

Çünkü çevremize, yapıp ettiklerimize ve dünyaya bakışımız öyle...

Kırılgan bir dünyada yaşıyoruz.

Bu birincisi.

İkincisine gelince...

Gerginiz.

“Kırılma noktası” deyimini çok sevip başımıza gelen her şeyi onunla açıklamaya çalışmamız biraz da ondan.

Gergin bir tel gibiyiz...

Ve bu telin her an kırılıp kopabileceği tedirginliğini yaşıyoruz.

Bütün yenilgilerimiz, bütün başarısızlıklarımız, bütün dönüşüm ve değişikliklerimiz, bütün ıskalarımız, bütün sevinç ve hüzünlerimiz bu gerginliğin bir anda kırılıp boşalması üzerine kurulu...

Sonuç...

Bu deyim daha çook uzun süre dilimizde ve sözümüzde varlığını sürdürür. Kuşku yok!


*****

HAFTANIN 5’İ

*Gerçekçi olduğunu iddia eden TV dizilerinin absürdlüğü karşısında bir ferahlama imkânı olarak baştan sona absürd ve komik bir dizi: Fesuphanallah! (atv)

*Nev’in son albümü Işığım ve Gölgem’deki ilk şarkı: Susma! “Susma, sen sustun ya yalnızlık çöktü üstüme/Anladım bu bir rüya, anladım bu son veda.”

*Ramazan’ın ilk iftar sofrası. Hurma, zeytin, tulum peyniri, yeşil biber, pide ve mercimek çorbası.

*Geceleri sevgili filozof-sosyoloğum Zygmunt Bauman’ın kitaplarını okumak: Postmodern Etik, Parçalanmış Hayat, Liquid Life, Liquid Love.

*Cunda’da iki gün... Cunda Otel’de konaklamak, Nesos ve Günay’da yemek, Ayna’da kahvaltı, Taş Kahve’de soluklanmak, ara sokaklar, gün batımları... Bir de saçı sakalı birbirine karışmış denizcileri andıran yerlilerin Budik adını verdiği sokak köpeği.

Vatan



Bu yazı 1,004 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 29 Nisan 2011 Çılgın projeyi eleştirenlere bakıyorum da...
    • 17 Temmuz 2010 Cep telefonu beyne zararlı mı?
    • 19 Aralık 2008 Gece... Mevlana... Düşünceler...
    • 16 Ağustos 2008 Giderayak İzmir, Çeşme, Alaçatı...
    • 17 Kasım 2007 Kaybedersek çok üzülmeyeceğim!
    • 27 Ekim 2007 Uçuruma doğru ilerleme
    • 13 Ekim 2007 Bayram gibi bayram!
    • 15 Eylül 2007 Kırılgan dünyalar, gergin tel gibi insanlar
    • 14 Temmuz 2007 İçimizdeki korkunç yalnızlık: Kıskançlık
    • 7 Temmuz 2007 Bu değil halkı, kendini bile tanımamaktır!
    • 5 Mayıs 2007 Mavi tuhaf ve karanlık bir renktir!
    • 21 Şubat 2007 Film deyip geçme, içinde ne çok şey var!
    • 26 Ocak 2007 Irkçılık, Şeytan ve Adem (insan)
    • 1 Ocak 2007 Beş yeni hayat... İşte bayram!
    • 11 Aralık 2006 Merakım dindi, geriye pek bir şey kalmadı!
    • 7 Aralık 2006 Papa ne yaptığını bilmiyor mu?
    • 6 Aralık 2006 Su bitecek, ilgileniyor musunuz?
    • 25 Kasım 2006 Philippe Noiret ölmüş diyorlar
    • 19 Kasım 2006 Romeo ve Jülyet yaşasaydı...
    • 8 Kasım 2006 Ecevit’in trajedisi: Bizi değil kendisini aldattı!

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,219 µs