En Sıcak Konular

Leyla İpekçi


Leyla İpekçi
0 0 0000

Kalp zekâsı



Hıncın, intikamın, hasedin, kibrin tortuları neremizde birikir? İnsanın nefsini kendisine düşman hale getiren bizzat kendine yaptığı zulüm değil midir? Bazen şöyle hissediyorum:
Aklımız da, irademiz de, hassasiyetlerimiz de, evet tüm bunlar da tıpkı haset gibi, tıpkı kibir gibi kendimize yaptığımız zulmün aletleri olup çıkıyor sık sık. Farkına varmıyoruz.

Aklı önce kalpten, sonra vicdandan, derken duygudan, iradeden, giderek nefsten ve neredeyse ruhtan ayırmak, aklı tek başına bir putmuş gibi her mefhumdan soyutlamak çok kolay. Akıl nereden geliyor diye sormamak koşuluyla. Kendimizde kendi yapmadığımız onca özellik nereden geliyor diye sormamak koşuluyla. Herhangi bir kavramı diğerinin üstüne çıkarıp kutsuyoruz sürekli. Kutsallık atfetmek kaçınılmaz bir ihtiyaç.

Hiçbir şeyi kutsamamak gerektiğini söyleyenler de bizzat hiçbir şeyi kutsamamayı kutsuyorlar. Bu ihtiyacın ardında batıl da olsa ille bir şeye inanmak gereği yatıyor. Hiçbir şeye inanmamak ve habire sorgulamak gerekir diyenler de ‘her şeyi sorgulamayı’ putlaştırmaktan kendilerini alamıyorlar.

Aklı putlaştırmak

Parçalayarak bakıyoruz akla, iradeye, belleğe. İlle biri diğerinden hiyerarşik olarak (kendi seçimimizi yansıtacak biçimde) üstün olmalıdır gibi bir zanna kapılıyoruz. Bir şeyi diğerinin üstüne koyma dürtüsünün ardında, her birimizin fıtratına işlenmiş bir bilgi yatıyor belki: ‘Aslolan’a dair. Bir kez bunu kalpten görmeye başladıkça, dünyadaki başka hiçbir güce ‘üstünlük’ atfetme gereği duymuyorsunuz. Şeyleri yerli yerine koymaya başladıkça, karşınızdakini de olduğu gibi kabul etmek giderek kolaylaşıyor sanırım.

Elbette başka çok sağlam tanımları var ama ben bu duruma kalp zekâsı demek istiyorum. Durumlara göre akıl yürütüp analizler yaptığımızda, nedenleri sonuçlara bağlarken, sonuçları başka nedenlerin kuyruğuna takarken nedenlerin ardındaki ilk nedene dek ulaşabileceğimizi ve neyi anlamakla yükümlü olduğumuzu akleden kalpten görebiliriz pekâlâ.

Bir insanı tanımaya çalışmak da böyle bir şey olsa gerek. Onu ‘kendisi’ yapan niteliklerin izini sürdükçe, onda bütün bunlardan daha fazlası olduğunu görmeye başlıyoruz. Çevresel faktörlerle, eğitimle, genetik mirasla açıklama yetmediği zaman karşılaştığımız boşluğu kendi el yapımımız olan kimi inançlarla (batıl) dolduruyoruz.

Artık her şeyden çok kendi hükümlerimize inanıyoruzdur. Her an yaratılışın sürdüğünü, bir halden diğerine sonsuz kez geçtiğimizi (aslında kendimizden biliyoruz) unutuveririz. Verdiğimiz hükümleri kutsadıkça kibre kapılıyoruz. Put kılıyoruz kendimizi her seferinde kendimize. Bizzat.

Karşınızdaki üst sınıftan biriyse: Bu niteliği yüzünden onu bir türlü sevemez, düşmanlık duyabilirsiniz. Belki de o kişinin en güçlü yönü olan merhameti veya affediciliğini hiçbir biçimde göremezsiniz artık. Yaşamaya, o sürecin içinden geçmeye, işitmeye, adım atmaya gerek yoktur. Ona yakınlaşmadan önce nazarınızda ne idiyse, ilelebet öyle olmaya devam edecektir. Onun farklı niteliklerini keşfetmek, onunla hasbıhal etmek gereksizdir. Ne çok ıskalıyoruz hayatı, ne çok ıskalıyoruz etrafımızdakileri, ah ne çok!

Bir bakıma: Varoluş hakikatini kendi tanımlarımıza hapsediyoruz, aylarca bazen yıllarca, bazen de ömür boyu o şekliyle taşlaştırıyoruz: Dine mi girmiş? Önceden psikolojik problemleri vardır. Nokta. Başka bir çıkarsama gereksizdir. Milliyetçilikten haz etmiyor muymuş? Mutlaka yabancı bir kan karışmıştır soyuna. Saldırıya mı uğramış? İlle tahrik etmiştir.

Şunu kast ediyoruz aslında: “Bu kişinin neden böyle olduğunu ben tanımlıyorum, adını veren de benim. Demek ki ben bu durumun asıl bileniyim, yani ilk nedeniyim. Ve olaya baştan sona dek hâkimim.” Vehimlerimizin tuzağına tam da böyle düşmüyor muyuz? Kendimizin daha aşkın bir niteliği olduğunu inkâr etmiş olmuyor muyuz? Ey akıl! Neredesin? Nerede aklı her şeyin önüne koyduğunu söyleyenler? Kurdukları tuzağın altında onlar kalmadı mı?

Bilmediğini bilmeyenler

Hakikat bizim önceden öngördüğümüz gibi olsaydı, her şey dizginlerimizin altında olurdu. Çağırırdık gelirdi her şey istediğimiz gibi. Yollardık giderdi. Hayatın koordinatları olabilirmiş gibi. İbrahim (as) nihayetinde oğlunu kesmemiş, en teslim olduğu anda ona bir koç gelmişti kesmesi için. Oğlu, keseceği koça metafor olmuştu. Ne kadar tedbir alırsak alalım, bir dakika sonra neyin nasıl olacağı sadece bize bağlı değildir demek ki.

En sevdiğimiz evlatları kör inançlarımıza terk ettik oysa biz. Neyi bilmediğimizi unutarak. Her şeyi bildiğimizi sanarak. Bir nevi kadercilik yaptık.

Sürekli yargılarına inanan, kendi kendini putlaştıran birinin en büyük zulmü kendinedir aslında: Karşındakini kırdığını görmemekle. Hatalarını kabul etmemekle. Pişman olmamakla. Ayrımcılık yaptığını fark etmemekle. Karşındakinden hiçbir şey öğrenmemekle kendine zulmetmektedir.

Anlamak, anlamaya çalışmak. Tespit etmek. Merak etmek. (Hak vermesek de.) Asıl bu değil midir bizi varlıkların hakikatini tanımaya, nedenlerin ardındaki nedeni anlamaya götüren yol? Kendini vermek, empati kurmak: Kalp zekâsını güçlendirmek için de en eşsiz idmanlardan biri değil midir? 

zaman pazar

 



Bu yazı 922 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 10 Haziran 2008 'Temel ilkelerin iktidarı'yla evrensel adalet mümkün mü?
    • 3 Haziran 2008 Barış Meclisi'nde, barışın ortak diliyle
    • 27 Mayıs 2008 Adaletin merkez ve çevresi
    • 20 Mayıs 2008 Güneydoğulu dillerde yaşamak
    • 13 Mayıs 2008 Orta Anadolu; Modern yerellikler, çoğul kimlikler
    • 6 Mayıs 2008 Asıl gayrimüslimler çekti bu ittihatçı zihniyetten!
    • 29 Nisan 2008 Adaleti hangi dil ile talep edebiliriz?
    • 22 Nisan 2008 Özgürlük ve barıştan korkanların 'Tam bağımsız Türkiye'si
    • 15 Nisan 2008 Hakikat, ideolojik birimlerle ölçülemez
    • 8 Nisan 2008 İktidardan indiriliş öyküleri: Hep aynı kelimelerle
    • 30 Mart 2008 Ateş ve bahçe
    • 25 Mart 2008 Taraf gazetesi nasıl 'İslamcı ve AKP yanlısı' oldu?
    • 11 Mart 2008 Zalimin diliyle hakkı savunmak
    • 4 Mart 2008 Üniversiteye tarikatlar girecek diye çeteler mi girsin?
    • 19 Şubat 2008 Başörtülüler 'herkes için özgürlük' isteyince...
    • 12 Şubat 2008 Korku tutsaklığından özgür düşünce çıkar mı?
    • 5 Şubat 2008 Ilımlı İslam, laiklik ve 'emperyalizm işbirlikçileri'
    • 31 Ocak 2008 Halkların 'kendi olma özgürlüğü'
    • 29 Ocak 2008 Türbandan korkanlar neden adaletsizlikten korkmuyor?
    • 27 Ocak 2008 Biricik olmak

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,945 µs