En Sıcak Konular

Avrupa niye duysun ki sesimizi?

5 Mart 2008 12:08 tsi
Avrupa niye duysun ki sesimizi? Uluslararası maçlarda neden “Avrupa Avrupa duy sesimizi” sloganını atma ihtiyacı hissederiz ki? Avrupa’nın sesimizi duymasına niye ihtiyaç duyarız? Ama aynı zamanda onu bize düşman sanırız? Narsist devletin travmatik vatandaşları mıyız y

Röportajın birinci bölümünü okumak için tıklayın!

Ulus devletler çöktü derken geçtiğimiz hafta içinde yeni bir ulus-devlet kuruldu: Kosova. Kürtleri de düşündüğümüzde, toplumlar niye uluslaşmak isterler?

Uluslaşmak isteği gibi gelmiyor bana tam olarak. Daha çok sanki, o farklılığın tescili ve başkalarıyla birlikte yaşayamama hali. Aslında ulusun parçalanması hali. “Türkiye’de Milliyetçilik” araştırmamızda da ortaya çıktı, herkes milliyetçi ama, birbirinden farklılaştıran bir hal var. Herkes başka bir milliyetçi. Şehirleri düşündüğümüzde, Urfa, Çorum milliyetçisiyim derken insanlar, kendi milliyetçiliğinin farkını ortaya koyuyor insanlar. İşte “devletin avantajlarından yanı başımdaki komşum gibi, yeteri kadar faydalanamıyorum” diyor. Sonuç olarak, herkes Türk, Müslüman ama kullanılan dil ayrışan bir dil.

Yugoslavya’da farklılıklar daha keskinken bu dil daha da ayrıştırıcı oldu o halde?

Evet, Yugoslavya örneğine baktığımızda, “devletten bize ayrılan kaynaklar” söylemi oradaki parçalanmanın en önemli örneğiydi. Hep Sırbistan merkezde, diğerleri aynı avantajlardan faydalanamıyor. Sırbistan batıda olan Slovenya’ya karşı benzer konumda. Dolayısıyla daha çok bölgeyle ilgili. Çok daha sıkı fıkı ilişkiler içinde olan insanlar, Kosova gibi yerlerde, farklı parçaların bir mozaik gibi yan yana durması halinin devamı olarak parça fikri hep hakimdi zaten orda. “Biz ayrı bir parçayız”. Ama Türkiye’deki ulus kurulma ve gidişatına baktığımız zaman, bizzat ulusun kendisi topluma parçalar olarak bakıyor. Her ne kadar adı konmamış olsa bile, parça gibi bakıyor. Mesela Güneydoğu’ya yatırım yapmamak, orayı tehlikeli addetmek. Karadeniz’e başka bir anlam vermek. Bu da bize yansıyor. Ankara’da oturunca başka bir şey oluyoruz, İstanbul’da oturunca başka…

BİZ DE NARSİSTİZ

O zaman ulus, güvensiz parçaların zorla bir arada tutulması hali diyebilir miyiz?

Evet, diyebiliriz. Buradaki esas olan şey, başkalarına güvensizlikle birlikte giden bir şey. Güvensizlik de karşılıklı bir şey. Adam yerine koymazsan beni, ben de farklıyım diyorum ve Kosovalılığım yada Kürtlüğüm, Ege bölgeliliğim daha da belirginleşiyor.

O halde ulus devlet kendi parçalanmasını kendisi hazırlıyor aslında…

Galiba… İnsanlar bizzat “ulusun içinde”  bir yerde oturmaktan şikayetçi olmadılar. Bir zamanlar ulus fikri işe yaradı, ulusun o fetheden tarafına eklemleniyordu insanlar. Ama ulusun mantığında sorun var. Toplum değiştikçe bu sorunla yaşamak devam etmiyor. Bu geçici bir şey. Çünkü senin diğer hikayelerin devam ediyor, yok olmuyor ki. Ama yapacak başka bir şeyin de yok. Narsizme göndermek yaparsak, narsizmde kendini güzel, iyi göstermenin yanı sıra, kendini en büyük göstermek yok mu? Nerdeyse hepimiz bu duyguya kapılıyoruz. Bu bize de sirayet ediyor, sadece devlette sınırlı kalmıyor.

TRAVMATİK VAKALARIZ BİZ

“En büyük devletin vatandaşı” olmak hali…

Vatandaş olarak da benzer duyguyu yaşıyoruz. “Bizim için ne diyorlar?” diye hep düşünüyoruz. Zeynep Ekener’in çalışmasında ettiği laflar mesela; baba, kız çocuğunun kendisini etrafa rezil etmesinden korkar. İşte kendisi için üzülür, kızı için değil…

Yurtdışında işlenen suçların daha çok ceza alması tam da bu…

Tam öyle. Orhan Pamuk gitti bir laf etti. “Bizi rezil etti” dendi. Yada futbol maçında dışarıda yenilince falan… “Avrupa Avrupa duy sesimizi!” sloganı. Avrupa niye duysun ki senin sesini? Bu bir çeşit travmatik vaka hali. Başkasının benim hakkında ne düşündüğü önemli. Ben kendi üzerime düşünmemişim ki, hep başkası düşünmüş. Devlet düşünmüş benim yerime… “sen o değil, busun demiş.” Bu insanoğlunun kolay kolay kurtulabileceği bir şey değil.

Tam da kitabın başlığına geliyoruz: “Ehlileşmemek, Düzleşmemek, Direnmek” O zaman bizi ehlileştirme, düzleştirme projesine karşı direniş, farklılığımızı korumak. Bunun için de kendi üzerimize düşünmemiz gerekiyor.

Düzleşme aslında görüntü düzeyinde. Aşağısı kaynıyor aslında. Sadece kamusal alana “düzüm, ben şuyum” diye çıkıyorsun. Kendini dışarı anlatırken, kötü değerlendirilmekten korkuyorsun. Ordu, kamu, devlet vs. o çatışmacı ruh sende de var ve sen benim aynamsın. Sen benim kendimi meşrulaştırma aracımsın. Ben senin derinliklerine inmezsem, ben de sana milliyetçiyim diyeceğim. Kalkıp farklılığımı kullanırsam, senin farklılığınla benim farklılığımın çatışacağından korkuyorum. Dolayısıyla hakim olan dil üzerinden senle iletişim kuruyorum.

“HERKESE ÖZGÜRLÜK” BİLDİRİSİ: DİRENİŞİMİZİN REFERANSI

Tam o noktada, dediğiniz gibi Türkiye’de tüm mağdurlar ayakta kalmak için iktidarın diliyle konuşmayı bir taktik olarak geliştiriyorlar. Aleviler dindarlara karşı, dindarlar Kürtlere karşı vs… Son günlerde oldukça konuşulan bir bildiri var, başörtülü kadınların yayınladıkları “özgürlük bildirisi”. Bu bildiri bunun dışında duruyor. Herkese özgürlük isteyen bu bildiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela Aleviler yada diğer kesimler kendi üzerine düşünmeye başlayacaklar mı?

Düşünmeyenler çıkacaktır elbette. Çok rahatsız edecek onları, konforunu bozacaktır. O oturduğun ev sarsılmaya başlayacak. Duvarlar yıkıldığında ne çıkacağını bilmiyorsun.. O yüzden o evde oturmanda devam etmek yararlı olabilir, birtakım insanlar için. Bir takım insanlar, entelektüeller, “bizim derdimiz var ama bunları da görelim” diyenler oldu ama görünür bir derdi olan aktörler galiba ilk defa bu kadar net konuştu. Hrant Dink vardı arkasında bir cemaati vardı ama tek başınaydı. Belki Mazlum-der vardı. Ama ilk defa insanlar “ben tek başına özgürleşemem” diyor, ötekileriyle konuşuyor.

Dolayısıyla özgürlüğü paylaşılan bir şey olarak görüyorlar…

Aynen, evet. İlk defa bu kadar bariz bir şekilde böyle bir şey oldu. Taleplerde bulunan toplumsal grupları ne yapıyor devlet? İşte cezalandırıyor, işkenceler, medya yoluyla linçler, 301ler vs. Bu durumda diğer kesimler, kelleyi kaptırmamak için devletle ittifaka geçiyorlar. Devletin düşmanlaştırdığına düşman olmak onları güçlendiriyor. “Beni ezme, bak ben senin sadık kulunum” demiş oluyor.

DİRENİŞ DİLDE BAŞLAR

Bu, o iktidarı yeniden üretiyor aslında…

Tabi tabi... Dolayısıyla ezilen her grup, kendi sırası geçtiğinde, devletle dikey ilişki kurup devletten talepte bulunuyor, meşruiyet istiyor. Bu sefer ilk defa dikeyi bırakıp, yatay ilişki kuran bir konuşma dili ortaya çıktı.

Zaten o metinde devlete hitap edilmiyor. Muhatap devlet değil, diğer toplumsal kesimler.

Evet devlet daha ikinci düzeyde kalan bir şey. Sonuç olarak “beni ciddiye almıyorsan alma, benim esas konuşacağım başka insanlar var” denmiş oluyor.

Aslında bu tutum, devleti dışarıda bırakıp, çoğullaşmayı ve devlete karşı direnişi daha sağlam bir zemine oturtuyor.

Aynen. O zaman kurulan bu yatay ilişkilerde ötekileştirilmiş, ezilmiş, sesleri boğulmuş olan her ses, kendi başlarına çıkartacakları sesin üzerinde bir etkiye sahip olacak. Yani “bir artı, bir artı eşittir iki” gibi bir durum olmayacak. Çok daha başka bir durum olacak. Çok daha güçlü bir etkisi olacak. En azından bu toplumda böyle bir düşünme potansiyeli çıktı. Referansımız var artık. Vücuda gelmiş bir dil var artık.

İLERİ DE GİTMİYORUZ, GERİ DE GİTMİYORUZ

Modernizm ve ideolojileri, sosyalizm, liberalizm vs. bize ileri gittiğimizi söylediler. Ancak modernizmin damgasını vurduğu özellikle 20.yüzyıl insanlık açısından hiç de iç acıcı değil. Bir tuşla binlerce kişiyi öldüren silahlar var. Gerçekten ileri mi gidiyoruz, yoksa geriye mi? Tarihi nasıl okumak lazım?

Bu geri-ileri laflarını artık terk etmek gerekiyor galiba. Bu laflar modernizmin lafları. O kaba lafları kullanmanın çok faydası, anlamı yok bence. Orada değiliz artık. Örneğin premodern düşünmek geriye gitmek demek değil. Premodern denen dönemi, yaşayamayacağız yeniden ama, o dönemi düşünmek muhtemelen, bizim başka türlü olma kapasitemizin de olabileceğini düşünmek aslında. Daha bütünlüklü, parçaları uyum içinde tutan bir şeydi o dönem belki. Mutlak bir cennet halinden bahsetmiyorum tabii ki.

Peki tarih tekerrürden mi ibaret?

Hayır… İşte deniyor ya, bütün siyaset bilimi literatürü Platon’un altına düşülmüş dipnotlardır. Öyle değil. Her şey tekrar değil. Tekrar gibi görünen şeyler de içinde küçük küçük yeni kapılar taşıyor. O küçük kapılar da zihnimizi geliştiriyor. Şuandaki modernlik içinde bize bir şeyler işaret ediyor, mesela başörtülü kadınların bildirisi. Yeni kapılar açılıyor kafamızda. Yeni şeyler düşünmeye başlıyoruz. Bu, gündelik hayatta her gün oluyor.

Yarın: İslam, Kapitalizm ve İçerden Direniş

www.iyibilgi.com özel İlhan Döğüş



Bu haber 2,710 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,068 µs