Kuzey Kıbrıs'taki protesto gösterileri üzerine patlak veren ağız dalaşını sadece bir üslup meselesi olarak ele aldığımız sürece fazla bir yol almamız mümkün değil...
Evet, sendikaların düzenlediği mitingdeki kimi sloganlar son derece yakışıksız. Aynı şekilde, Erdoğan'ın tepki verirken kullandığı üslup da bir o kadar yakışıksız...
Peki sonuç?
İki tarafa da ayıp ettiniz, böyle konuşmamalıydınız, dersek neyi halletmiş olacağız?
Gerçek şu ki, sorunun özü üslup meselesinden çok daha derinde ve ne "yavru vatan", "milli dava" hamasetiyle ne de karşılıklı kibar kibar konuşarak halledilebilecek gibi değil.
Üslup eleştirilerini bir yana bırakıp işin özüne bakacak olursak; Başbakan, KKTC'nin asalak bir devlet olduğunu ima ederken haklı. Laf ne kadar ağır olursa olsun bunun gerçek olduğunu; bu devletin 83'ten beri "taşıma suyla" döndürülmeye çalışıldığını; doğru dürüst hiçbir şey üretemeyen ve bizim vergilerimizden giden paralarla ayakta duran şişkin bir memur devleti olduğunu biliyoruz.
Ama Başbakan'ın bunu onların başına kakmaya hakkı yok çünkü o da 1983'ten beri süren bu "kukla bir devlet ve asalak bir halk yaratma" politikasına karşı çıkmış değil. Yıllardır "stratejik çıkarlarım" deyip bu durumu devam ettiriyorsan, bunun bedelini de ödersin. Kadir bilmezlik ettiler diye kızıp kafalarına kakamazsın. Globalleşme çağında bütün dünyanın korsan devlet olarak gördüğü ve ambargo uyguladığı bir devletin ekonomisini kalkındırmasına, kendi kendini beslemesine imkân olmadığını bilmek için derin iktisat bilgisine ihtiyaç var mı?
Peki bu durumun sorumlusu kim?
Adanın yerlisi olan Kıbrıslı Türkler mi? Onlar Türkiye'yi "Gelin bizi katliamdan kurtarın" diye çağırmış olabilirler. Ama ayrı bir devlet kurup ilelebet kalma kararını onlar vermedi ki...
Adadaki Türk nüfusu arttırmak için oraya çeşitli vaatlerle parti parti götürülüp yerleştirilen Türkiyeli Türkler mi? Doğrusu onları suçlamak da kolay değil. Türkiye'de tutunamamış, iş güç sahibi olamamış insanların, bedava ev bark ve garantili memur maaşı vaatlerine hayır demesini nasıl bekleyebilirsiniz ki...
Dolayısıyla karşılıklı suçlamaları bir yana bırakıp oluşan kısır döngünün nasıl kırılacağına kafa yormak zorundayız.
Çözüm, Kıbrıs'ta iki halkın barış içinde birlikte yaşayacakları ortak bir devlet oluşturulmasından geçiyor.
Ne var ki, bu çözümün önündeki en önemli tıkanıklık noktasını da garantörlük meselesi ve Türk askerlerinin adadaki varlığı oluşturuyor. Adada yeni bir başlangıç yapabilmek için geçmişte bazı özel tarihi şartlardan gelen özel garantör tayini gibi bir uygulamayı devam ettirmenin anlamı yok. Barış yapılacaksa ve yeni bir devlet kurulacaksa, Türk ordusunun orada hâlâ kalmasının da hiçbir kabul edilebilirliği yok...
Kaldı ki, Türkiye devletinin geçmişte izlediği politika, "garantörlük" kavramının istismara müsait bir kavram olduğunu da göstermiş oldu. Anlaşmaların Türkiye'ye tanıdığı garantörlük hakkı mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını garanti altına almayı hedefliyordu. Adada başlangıçta Rum tarafının Kıbrıs Anayasası'nı şiddet yoluyla değiştirme teşebbüsüne karşı garantörlük hakkını kullanan Türkiye, garantör olarak girdiği yerde yeni bir devlet kurulmasına önayak olduğu andan itibaren, fiilen garantör olmaktan da çıkmış; ya da garantörlük hakkını kötüye kullanmış oldu. Şimdi durum buyken ve böyle bir deneyim bütün dünyanın gözü önünde yaşanmışken, Türkiye'nin hâlâ garantörlük hakkını ve adada askeri güç bulundurmasını savunmak mümkün mü?
Biz Türkiye olarak, Kosova'da, Bosna'da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan etnik kıyım olaylarına rağmen, o ülkelerde yaşayan halkların bir arada yaşamaya devam etmelerini savunuyoruz. Ama Kıbrıs'a gelince, birdenbire ağız değiştirip bir arada yaşamanın katliam ve kıyım getireceğini, eğer Türkiye'nin varlığı tepelerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmazsa, adada Türk askeri olmazsa birbirlerinin boğazına sarılacağını iddia ediyoruz. Oysa Kıbrıs'ta iki toplumun çizilen anayasal çerçeve içinde barış içinde birlikte yaşamalarının en temel garantisi değişen dünya konjonktürü ve Avrupa Birliği üyeliği faktörüdür. Kimse, AB üyesi bir ülkede Rumların Türkleri boğazlamaya kalkacağını ve AB'nin de buna seyirci kalacağını düşünemez, hayal edemez.
Öyleyse biz Kıbrıs'ta ne için bulunuyoruz?
Ecevit 2001 yılında açıkça "Kıbrıs'ın Türkiye açısından taşıdığı stratejik önem yüzünden" demişti. Aynı gerekçeyi Genelkurmay'ın ağzından da yıllardır dinliyor ama o stratejik çıkarın ne olduğunu bir türlü anlayamıyorduk. Şimdi -bir kızgınlık anında- Başbakan Erdoğan'ın asıl gerekçesinin de bu olduğunu öğreniyoruz.
Umarız Erdoğan bize bir türlü anlayamadığımız şu stratejik çıkarın ne olduğunu anlatır da biz de bütün dünyanın reddettiği bir devleti ilelebet sırtımızda taşımamıza değecek olan şu çıkarın ne olduğunu öğreniriz.
bugün
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle