En Sıcak Konular

Ucuz milliyetçilik tuzağına düşüyoruz…

0 0 0000 00:00 tsi


Seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte son derece tehlikeli bir gelişme yaşıyoruz. Her fırsatı değerlendirmek isteyen siyasi partiler, milliyetçilerin oylarını elde edebilme yarışına girdiler. Böyle giderse, kendimizi çıkmaz bir yola sıkıştıracağız.


Son aylarda, hem de giderek artan biçimde, ülkenin her yanında garip bir milliyetçilik rüzgarı  estiriliyor. Bu durum da, benim gibi çok kimseyi korkutuyor.

           

Önce sözünü ettiğim “milliyetçilikten” neyi kastettiğimi anlatmalıyım.

 

Benim anladığım milliyetçilik, vatanını sevmektir. Vatanının önünü açacak, onu yüceltecek, uluslararası alanda daha da büyümesini sağlayacak adımları desteklemektir.

           

Bu yazıda sözünü ettiğim milliyetçilik ise, tamamen kişisel çıkarları ön planda tutan, oy avcılığı için kullanılan milliyetçiliktir. Ülkenin önünü mü kapatıyormuş, ülkeyi kavruk ve içine dönük bir noktaya mı getiriyormuş, hiç umursamayan milliyetçilikten söz ediyorum. Başkasının hakkını gözetmeyen, insan haklarını, demokrasiyi, fikir özgürlüğünü reddeden ve kaba kuvveti ön plana çıkaran milliyetçilikten söz ediyorum. Aslında başka ülkelerde buna  faşizm denir, ancak bizde milliyetçilik bayrağı altında çalışıyorlar.

           

Vatanı herkesten fazla sevdiğini iddia edip, görüşlerini beğenmediği insanları döven veya öldürebilenlerden,  vatan adına yaptığını söyleyip etrafta terör estirenlerden, söz ediyorum.

           

Ne yazık ki, seçimler yaklaştıkça milliyetçilik adına meydanlarda kasırga estirenlerin sayıları artıyor. Bence daha da tehlikelisi, partilerin de kolları sıvayıp “en vatansever benim” iddasıyla ortaya çıkmaları. Adeta, birinin diğerinden daha az sevdiğinden şüphe edilecekmiş gibi bir korku var. Buna yol açmamak için de tam bir milliyetçilik açık arttırımına giriliyor.

           

Bu yarışta da birkaç unsur kullanılıyor.

           

En kolayı ve en başta geleni, PKK terörü.

           

PKK cinayet işledikçe, şehit ailelerinin acıları üzerinden siyaset yapanların, reyting veya tiraj peşinde koşanların sayıları da artıyor. “Ülkemi böldürtmem” diye ortaya çıkıp, en gereksiz sözleri ve hareketleri yapanlara kimse dur diyemiyor.

 

Aksine sırtları sıvazlanıyor. Bu şekilde yeni gruplar oluşmaya başlıyor. İlerde önü alınamayacak bir beklenti ve istek listesiyle toplumu kontrolleri altına almaya çalışanlar peydahlanıyor.

           

Üzerinden ucuz milliyetçilik yapılan diğer bir unsur da, Avrupa Birliği. Tümüyle yanlış verilerden ve komplo teorilerinden hareket edilerek, Avrupa’ya direniş ile milliyetçilik aynı kefeye konuluyor.

           

AK Parti, milliyetçiliği kendi alanı olarak gören MHP’ye oy kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. İktidarda kalma nedeni olan AB’yi gözardı etmekten tutun da, Türk dünyasının liderlerini toplayıp demir dövmeye kadar, ne kadar gösteri varsa hepsi sahneleniyor.

           

Şimdiye kadar sosyal demokratlığı ile oy toplayan CHP bile artık, milliyetçiler ambarından oy kapma yarışında. En doğru adımlarda dahi, Lozan-Sevr diye dikiliyor.

 

Dört kişi birkaç dönüm arsa aldığında, ”ülkenin toprakları kapışılıyor” diye ayaklananlar var. Hatta öyleleri var ki, fikir özgürlüğü adına 301’e karşı çıkmadıkları gibi, utanmasalar Kerinçsiz ve arkadaşlarıyla birlikte mahkeme basma gösterilerine dahi katılacaklar.

 

Size belki abartılı gelecek ancak, partilerde bütün bunlar yaşanırken, MHP lideri Bahçeli, ülkücü güçleri sokaklardan çekmeye çalışıyor. Aşırılıkları frenleme mücadelesi veriyor.

           

Gerçek milliyetçiliği unuttuk, şimdi hep birlikte ülkemizin önünü kapatıyoruz. Herkesten kuşku duyuyoruz. Bazen kendi kendimize abartılı bulduğumuz komplo teorileri üretiyoruz.

İşte bütün bunlardan dolayı, şu anda yaşananlar beni korkutuyor. Toplum olarak kendimizi son derece tehlikeli bir kısır döngüye soktuğumuzu görüyorum.

           

Bugün belki bana kızacaksınız, ancak bir gün gelecek “M. Ali bunu söylemişti” diyeceksiniz. Ne yazık ki, o zaman iş işten geçmiş olacak.


                                               *                                 *                                 *


BU ŞEKİLDE DEVAM EDEMEYİZ...

 

Ekim-Aralık dönemi artık gelenekselleşti. Her yıl bu üç ay Avrupa Birliği ile kavga ederek geçiyor. Son iki yıl böyleydi. Bakalım 2007’de nasıl olacak?

 

Ancak, kendimizi de aldatmayalım. Bu şekilde devam edemeyiz. Her yıl böyle bir stres ile yaşanmaz. Hem kendimizi perişan ediyoruz, hem de ilişkiler geriliyor.  İster istemez, AB ile sürekli kavga eden bir ülke görüntüsü ediniyoruz. Haksız şekilde hırpalanıyoruz.

 

Ne yapıp edip, Kıbrıs konusunu gündemimizden çıkarmamız gerekiyor. Limanlar sorununa mutlaka bir çözüm bulmalıyız.

 

Çözüm bulmak, tek taraflı ödün vermek anlamına glemez. Papadopulos’a limanları açsak dahi, yarın başka birşey isteyecektir. AB’yi tatmin etmek için limanları açsak dahi, yarın bir başka gerekçe bulacaklar. İşte bütün bunlara rağmen, Kıbrıs’ta yeni bir açılım gerekiyor.

 

Eğer BM’yi harekete geçirip yeni bir çözüm süreci başlatamazsak, Kıbrıs sürekli sorun yaratacaktır.

 

Bu tuzağa düşmek istemiyorsak, Washington-Londra-Berlin üçgenini harekete geçirmemiz şarttır.

 

Türkiye Kıbrıs’ta çözümü, AB’ye tam üyelik sürecine yayamaz. 10-15 yıl, hem bu sorun ile yaşayıp, hem de müzakere yapamayız.

 

Daha da önemlisi, Kıbrıs’ta çözümü son dakikaya, yani tam üyeliğimize 5 dakika kalaya bırakmamamız gerekiyor. Böyle bir hata, Kıbrıs’ı kaybetmemiz anlamına gelir.

 

İşte o zaman “Ya Kıbrıs, ya AB’ye tam üyelik” seçimiyle karşı karşıya kalırız ki, böyle bir olasılık, KKTC’yi Rumlar’a teslim etmeye kadar gidebilecek bir tuzağa düşme anlamına gelebilir.

 

2007, Kıbrıs’ta çözüm için büyük bir atılımı başlatmanın tam zamanı.

 

Türkiye yıllar  boyunca “Kıbrıs sorunu, 1974 harekatı ile çözüldü” dedi.  Çözüm istemedi ve topu taca attı. Bu yaklaşımı, 2004 Annan Planı’yla değişti. Rumlar çözüm istemiyor, biz ise çözüm peşinde koşuyoruz.

 

İşimiz zor. Rumlar’ı çözüme zorlamak hem çok usta bir politika uygulamak, hem de cesur adımlar  atmak gerektiriyor.  Seçim mücadeleleriyle gelecek olan 2007’de ilk adımlar atılıp, müzakere süreci başlatılabilirse,  2008-2009 döneminde bir çözüme ulaşılabilir.

 

Ayrıca unutmamalıyız ki, bulunacak bir çözüm, Annan Planı’nın son versiyonunun daha gerisinde olacaktır. Eğer Rumlar’a referandumda HAYIR oyu verdikleri  koşulları kabul ettirebileceğimizi sanıyorsak yanılırız.

 

Cesaret, kararlılık, vizyon ve akıllı bir politikayla bu işin altından kalkabiliriz. Önemli olan Washington-Londra-Berlin üçgenini ikna edebilmektir.
 




Bu haber 241 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    2,931 µs